Aşağıda, şairin şiiri/kitapları hakkında gazete ve dergilerde yer alan tenkit yazılarını okuyabilirsiniz.
Doğan Fuat Kıbrıslı şair Senem Gökel şiiri üstüne yazdı.
Şiirden dergisi, no 58, Mart-Nisan 2020.
Yazan Doğan Fuat (SUYA YAZMAK köşesi 14, Şiirden dergisi, no 58, Mart-Nisan 2020).
Kitap: Şiirler, İkinci Jülide, Senem Gökel, Kıbrıs Yazarlar Birliği, 2012 (Türkçe, Yunanca çevirisiyle birlikte)
Maria Siakalli ile birlikte aldığı Fikret Demirağ Şiir Ödülü vesilesiyle yayımlanan ilk kitabı Şiirler'in dışında birçok dergide yayımladığı şiirleriyle tanındı. Güçlü kurgusu, çarpıcı imgeleri dikkat çekti. Dizeler arasındaki sıçrama şiirini soyut ve sıkı kıldı. Dizeler arasındaki bağı derin yapıda kurdu ve kendine özgü başarılı bir şiir oluşturdu. Tematik olarak sınırlarsak… Kitabın ilk başlarındaki bazı şiirlerle bunu denemek istiyorum, geriye kalan beş-altı şiirini de bu bağlamda okumak babında okuyucuya bırakıyorum: Doğadan (Serçeler, Ne Yuvarlak Su Güzellik Karınları), yaşadığı yerin flora ve faunasından olduğu kadar tarihinden, sıradışı olaylardan (Adadaki Kuyular, Günün Tatlısı), unutulmuş hikayelerden, gizli acılardan (Devinim), mutsuzluklardan, adanın kendine özgü trajik olaylarından (Evretou), okuduğu kitaplardan, seyrettiği filmlerden (Akşam dönüşü), gördüğü ve etkilendiği resimlerden (Carnation Lily Lily Rose, Tarlası kargalı buğday sarı…) günlük yaşantılardan (Surlariçi'nde Akşamüstü, Koi, Gün'ümüze Övgü), aşk ve ayrılıktan (Tablo, Jülide, Unutmabeni, Konuşma, Suspus, Heyula, İki yumurta kırdım üstüne geçmişin) beslenen şiiri dikkati üstüne daha çok çekti. İnsanı çevresi ve tarihsel yanıyla derinliğine betimlemeye çalıştı. Bazen de bu temalar bu sınıflandırmayı aşacak şekilde aynı şiirde buluştu. Aşk-ayrılık şiiri olağanüstü olanla, doğa betimlemesiyle fantastik bir boyut kazandı. Örneğin "Suspus" böyle bir şiir. Tam tersi de gerçek, "Jülide" şiiri trajik olayları imleyebilecek bir derinlikten okunabilir. Mesela "Günün Tatlısı"nı aşk şiiri olarak da okuyabiliriz. Ya da bu sınıflandırmadaki bir şiiri ilgisiz görünen bir başka tematik açıdan okumak mümkün. Elbette şiirin sınıflandırılamayacağını, tek bir temaya sığdırılamayacağını da unutmamak gerek ama Senem Gökel'in şiirinin derin yapı bakımından karmaşık ve zengin dokusunun altını bir iyice çizmek gerek.
Örneğin şu üçlüğü okuyalım:
"Pencere camına konan bir sinek
nasıl bir dünya yaratır kendine?
Düşmek bize mahsustur."
İnsanın koskoca dünyadaki konumunu pencereye konan sinek görüntüsüyle imlemek müthiş bir şiirsel güç. Ancak insanın inanılmaz bir gelgit içinde devindiğini bir sıçrama ve soyut bir dizeyle anlatmak zor bir şiirsel ustalık ister: Düşmek bize mahsustur. İlk iki dizeden müthiş bir soyutlama ve sıçrayış ile insanın halini çizmek… Fırça ister, gözlem ister…, ister de ister.
Şiirler'den sonra şiirini daha da geliştirdi. Çizgisini netleştirdi ve izini sürdüğü şiirin toprağını daha da derinleştirdi. Şiirde dikkatin odaklandığı yerin iyice zenginleştiği, hakikati imlediği şiirler yazdı. Bunlardan biri de Pazar Günleri ve Eskiyen Yapraklar Üzerine:
Bir bakış öldürdüm
ve giydim onu her Pazar
Günlerdir vazoda eskiyen çiçeğin yaprağı gibi
çınladım suyun üstünde
Döndüm durdum. Sustum sonra.
Akıtan bir musluk bıraktım geriye;
sayacak şeylerimiz olmalı geceleri.
Seslere alıştım:
Gün doğumunda arılar
Gün batımında bahçe yarasaları
Rüzgârda dalgalanan çarşaflar, kırbaç gibi
Ve kalbimin direğini sarsan
boş bir salıncağın çatırdayan gıcırtısı.
İlk birimi okurken nasıl biteceğini kestiremiyoruz. Hikayeye tam giremiyoruz. Yalnızca zor bir sürecin yaşandığına dair belli belirsiz bir şeyler duyumsuyoruz, o kadar. İkinci birimin ilk dört dizesi bu acının kanıksandığını belirtiyor ve ilk birimdeki anlatıyı netleştiriyor. Geçmişe ait silik bir resim var karşımızda. Ve sondan bir önceki dize bu resmin hüzünlü ve acı veren bir hikayeye gönderiyor bizi. Bir ayrılık, bir ölüm. Ama son dize bize bir zamanlar salıncakta birinin sallandığını, belki o biriyle anlatıcının birlikte sallandıklarını, yaşanmış bir gerçekliği, bir geçmişi tüm açıklığıyla gösteriyor. Ve hikayenin üstüne düşünmeye başlıyoruz. Son dize metinde anlam üreten, gerçekliği imleyen, hakikatimsiyi üreten dize. Şah dize.
Senem Gökel izlenmesi gereken parlak bir şair.
Doğan Fuat (SUYA YAZMAK 14, Şiirden dergisi, 2021)
SENEM GÖKEL ŞİİRİNDE TOPLUMU YUTAN BİREY
Yazan Doç Dr Mihrican Aylanç, Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi. (Yenidüzen Gazetesi, Gaile kültür ve sanat eki, 2017)
Gökel, trajik bir biçimde kendi/ferdi tarihinin gerçekleriyle yüzleşme sürecinde toplumsal tarihinin karanlık koridorlarını sezmiştir. Ürkmüş, sarsılmış ve gömüldüğü karanlıktan aydınlığa ulaşmak istemiştir.
Yazın/edebiyat, Rene Wellek’in ifadesiyle “yaşamı temsil eder”; “yaşam” da büyük ölçüde toplumsal bir gerçekliktir. Bununla birlikte doğal dünyada, bireyin iç dünyası da öznel dünyası da yazınsal “öykünme”nin nesneleridir. Şair de özgül bir biçimde toplumun üyesidir (Wellek-Warren 2001:109). Bir birey olarak şair, içine doğduğu toplumun kültürel mirasından faydalanırken en başta kullandığı dil vasıtasıyla o kültürü besler.
1990 sonrasında Kıbrıs Türk edebiyatında bireyin yükselişi, savaş alanlarından kente yönelişle ve modernleşme algısıyla paralel bir seyir izler. Bu süreç, şiirde yeni biçem arayışlarını gündeme getirir. Sanatta seçkinci -estetik-tutumu öne çıkaran modern şiir anlayışı, kimi eleştirmenlerce sanatın özerkleşmesi çerçevesinde ortaya çıkan bir olgu olarak değerlendirilir. Artık ahlâk, bilim ya da din sanatçıya dışarıdan buyuramayacağı için, sanat kendi kuralını kendisi koyacak, sanatçının önündeki tek seçenek kendi deneyimi olacaktır. “Deneyim (experience), modern sanatçının uç beyliğinde, sayesinde akından akına koştuğu küheylan” olarak yeninin de yaratımına zemin hazırlar. Yeni bir gerçekliğe ulaşma sürecinde sanatçının bütün verileri, kalıpları kırıp parçalamada, özgün ürünleri ortaya koymada tek rehberi bu deneyimi olacaktır (Armağan 1995:50, 2007). Diğer taraftan sanatçı, tam olarak anlamakta güçlük çektiği bu yabancılaşmış yeni gerçekliği, tematik dokuda –öyküleyerek– yansıtmanın olanaksızlığı karşısında, şimdiye dek hiç denenmemiş yeni biçem arayışları içine girer. Gerçeği birebir yansıtmadan ‘yabancılaştırarak’, bölerek, grotesk düzleme taşıyarak anlatma, yüzyılın ilk yarısındaki avangardist estetiğin, yani modernizmin en önemli özelliği olur (Ecevit 2001: 36). Diğer edebî türlere nazaran modernist eğilimlerin belirginleştiği gözlemlenen Kıbrıs Türk şiirinde 2005 sonrasında yazdığı şiirleri ile adından söz ettiren Senem Gökel, Isırgan, Varlık, Kitap-lık, Cadences, Evrensel Kültür vs. dergilerde yayımladığı şiirleri ile çağının sorunlarına yüzünü döner. Kullandığı çağdaş imgelerle modern şiirin izinden giderek kendine özgü deneyimsel bir alana yöneldiğini belli eder.
“2012’de Kıbrıslıtürk Yazarlar Birliği ile Kıbrıslırum Yazarlar Birliğinin iki yılda bir ortaklaşa düzenledikleri şiir yarışmasında Maria Siakalli ile birlikte birincilik ödülü alan Senem Gökel, Kıbrıs edebiyat tarihinde ilk defa ortak bir kitaba -Şiirler Türkçe-Rumca- imza atar” (Korkmazel, 2015).
Lefkoşa doğumlu olan Senem Gökel, şiirlerinde, kent soylu bir biçimde evrensel olanın yolunda ilerlediğini duyurur. Resim gibi sanat dalları ile bilim, tarih ve felsefeye ilgi duyan Senem Gökel’in şiirinin beslenme kaynaklarından biri etrafını gözlemleyen, sorgulayan ve sürekli vicdana göz kırpan “kendi ben”idir. O, bu “ben”i şiirinde resim, müzik vb. güzel sanatlarla estetize ederken “çocukluk” ve “göl dipleri, kuyular’’ gibi derinlik imleriyle bireysel ve toplumsal varoluş alanlarına ulaşır. Şairin şiir vasıtasıyla çocukluğuna inişi, bir yönüyle tanığı olduğu toplumunun örselenmiş, yozlaşmış, trajik alanlarının su yüzüne çıkışıdır. Gökel’in şiirlerinde trajik olanın “su” imgesiyle görünürlük ve derinlik kazanması da dikkat çeken bir husustur. “Su”; derinlik, şeffaflık ve maviliği kadar karanlığıyla dünyayı anlamlandırmada, yaşamı irdelemede önemli bir çıkış yeri, bir kaynaktır. Gaston Bachelard (2006) “Su ve Düşler” adlı yapıtında suyun varlığın tözünü durmaksızın dönüştüren, sürekli bir doğuşu işaret eden temel yazgısının olduğunu vurgular. Ona göre bu tür büyük imgeler, bilinçaltını etki altına alarak sonu olmayan hayaller yaratırlar. Gökel’in şiirinde gözlemlenen hayal unsurlarının zenginliğinin kaynaklarından biri de “su”dur. Su, diğer taraftan dişilliği ile toprağın kanı, yaşamıdır. Gökel’in şirinde manzarayı (toplumsal ve evrensel olan unsurları) kendi yazgısına doğru sürükleyecek olan “su”dan söz etmek mümkündür.
Gökel, trajik bir biçimde kendi/ferdi tarihinin gerçekleriyle yüzleşme sürecinde toplumsal tarihinin karanlık koridorlarını sezmiştir. Ürkmüş, sarsılmış ve gömüldüğü karanlıktan aydınlığa ulaşmak istemiştir. Bu nedenle tek şiir kitabı olan İkinci Jülide’deki ilk şiiri “Carnation Lily Lily Rose”u aydınlığa çağrı imleriyle şekillendirmiştir. Şiirinin özünde kendi benliğinin kapılarını bu şiirle; Sargent’in ünlü bir tablosu olan Carnation Lily Lily Rose’da fenerleri yakmaya çalışan kız imgesiyle, masumiyetin ölümü ortadan kaldırmaya yetmeyeceğini somutlar. Kendi benliğinde ve huzursuzluğun hüküm sürdüğü toplumunda “huzur” arayışı içinde olan şair, bu arayışını tablo ile simgeleştirir. Metinlerarasında kurduğu bağlamla “zambaklar, karanfiller ve güller”le, evvel zaman ve mekânda iyinin saltanat sürdüğü masal dünyası içinde geleceği imleyen çocuklarla simgeleştirilen, ancak kaybedilen masumiyete, aydınlığa, güzelliğe ihtiyacını duyurur.
“Tanımadığım bir yerde
bir göl kenarında
huzurun çimene sindiği zamanda
resimdeki kâğıt fenerler gibi ışımalıyım
İzlenildiklerinin farkına varmayan
kısa saçlı kızlar yakmalı beni de
Zambaklar, karanfiller, güller içinde.” dizeleri ile şair, “korku”ya sebebiyet verecek toplumsal unsurları, ötekileştirdiği insanları bir tür yokluk olan ölümle yok sayar. Çünkü masum masal diyarından gerçek dünyaya açılan kapılar, insanlar tarafından kötülükle kirletilmiş, günaha batmış yer yüzüne açılmıştır. Bu günahı sakladığı gibi kanıtlayan kuyular, “Adadaki kuyular” şiirinde şairi yeni bir gerçekliğe, yabancılaşmaya götüren derin bir yara olur:
“Çünkü arkama bakmadan
geçebilmek istiyorum koridoru
Bir bardak su için mutfağa varmak
ve huzur dolu yudumlamak onu
O kuyulardan
kovalarla çıkmadıkları konusunda kuşku duymadan
sahipsiz varsayılan bedenlerin
hikâyeleriyle atıldığı kuyulardan”
“Kuyu” adada kayıplar listesine girmiş pek çok insanın yitişinin sembolüdür. Hem gerçektir hem de sembolün kendisidir. Bu gerçekleri bilerek yaşamak trajiktir, şiirin doğduğu trajik unsur; yaslı tarihin kuyularında yitenlerin, kuyuların dahi silemediği izleridir. Bu kuyulardan su içenler ise daha da trajik bir varlığa dönüşmekten kaçamamaktadırlar.
“Evreotu” şiirinde Senem Gökel, kendi bilinçaltının kapılarını aralarken toplumunun kollektif bilincine sızar. Savaş ve göçlerle yas kuşanmış bir coğrafyanın tarihini de “Rum çoban” imgesiyle dışsallaştırmış olur:
“Saçımın suyu
Terkedilmiş bir köyün gölü
Yükselir
Alçalır
sazlıkların boyu
Uzakta
seyreder Rum çoban.” dizelerinde kendine yabancılaşmış bireyin, yalnızlığı ve terkedilmişliği sezinlenir. Şair, “su” imgesinin alçalıp yükselen dinamikliği ile karşıda edilgen bir biçimde seyre dalan Rum çobanın durağanlık, sakinlik içeren çelişkisini yansıtır. Duyumsadığı acının zihinsel ve bedensel derinliğini varlık âleminin özüne (ham maddesine) inerek okura sezdirir. “Tarlası kargalı buğday sarı” şiirinde ise:
“döndürür göğü lacivert başı Gogh’un
Ama sen değil
Sen değil
Beni hiç bırakmayacak mısın?
Bırak.” dizeleri ile karşımıza çıkar. Derin bir kuyu karanlığı içindeki şiiri; sarı ve lacivertin tonlarının ressamı olan Gogh’un tesirinde sarının imlediği hastalık haline çevrilir. Şiirde başın dönüşü, bilinç kaybını duyururken, “bırak” eylemi kurtuluş arzusuna çağrıya dönüşür. Öz benliği/buğday tarlası kargalarca kuşatılan şairin, “Surlariçinde Akşamüstü” şiirinde iç çatışma cephelerinin izleri görülür. Burada şair, Lefkoşa surlariçinin, çocukluk dünyasındaki görüntülerinden oluşan bir mihver kuşanır. Japonca sazan balığı demek olan “Koi” şiirinde kendini iyice hissettiren yabancılaşma duygusuyla yüzleşiriz. “Göl” ve “balık” imgeleriyle enginliklerin içinde “hareketi, yaşamı”ı da simgeleyen “balık” imgesiyle, “aydının simgesi olabilecek “ kitapların” aklını karıştırdığı, boğmaya yeltendiği ancak suda boğulmayan Koi’nin omzunda ağlamak istediğini, sudan korktuğundan bunu da yapamadığını, edilgenliğiyle kalakaldığını okuruz. “Unutmabeni”, “Kül Kitap” adlı şiirleri de şairin topluma yabancılaşması etrafında döner. Sertleşen söylemiyle “İki yumurta kırdım üstüne geçmişin” şiirinde farkındalık sahibi bireyin ruhsal açmazlarını zihinsel ve duyuşsal imgelerle ifşa eder. Klozetin yüzeyindeki aynada (suda) yüzleştiği benini, çocukluğunda bilinçaltına ittiği trajedisini “kahkahaları oynayan plastik bebek” imgesiyle açığa çıkarır:
“İki yumurta kırdım üstüne geçmişimin
Oturup afiyetle yedim
Üstümü çıkardım(…)
Klozette bulduğum gözlerle ben
Ve kahkahaları oynadı plastikten bebeğin
-Bırak beni!-
Toplar yuvarlandı çevresinde,
Diller,Yaladı.” şeklinde devam şiirde örselenmiş bir bilinçle kurtuluşunu tekrarlar. “Güzel kafalar ülkesi” şiirinde bu bilinç iyice belirir, etrafındaki bireyleri tek tek gözlemeleyen, ancak bu teklikten tek tipe varan bir anlamlar silsilesine varır:
“ Üstelik onlar anlaşılmaz bir şeyler söylüyorlar
böylesi daha makbul diye inanarak kafalarıyla
(…)
Kafalarının güzelliğini görmeden eskitiyorlar onları
(…)
öylece bakıyorlar göze hoş gelen ne varsa kafaları
Unutmuşlar annelerinin sevmelerini onların.
Görmüş geçirmiş avuçlarıyla artık onların
Okşamalarına izin vermiyor
büyüyen, büyüklenen kafaları
(…)
Kendileriyle tartışıp
kendilerine küsüyorlar
sonra övüyorlar kendilerini
Az önce düşen göz kapaklarını
vicdan gibi taşıyan kafalar, onların kafaları.”
İroninin yükseldiği şiirde Gökel, “kafa” imgesiyle vicdanını, insanlığını yitiren, toplumu karmaşa ve savaşa, yıkıma götüren eril aklı ifade ederken ısrarla tekrarladığı “onlar” edatıyla kendini bu tek tip ve vicdansız eril otoritenin dışına atar ve “Mış Gibi Yapan Kız’ın Masalı” şiirini yazar. Bu şiirde bireysel açmazlarıyla, masallarda çizilen mutlu sonları, toplum tarafından yaratılan ideal kızlara bakışı eleştirirken, çağını sorgulayan kızlara yöneltilen oklara işaret eder. Otoriteye, babaya isyan bundan doğar. “Balkon” şiirinde annesi gibi “hanım hanımcık” olması beklenen kadın veyahut kız olmanın ötesinde, babanın öğretemeyeceği tekrar edilen dirlik düzenlik halleri, hanım hanımcık hallerinin yanı sıra, güçlü olmak halleridir. Çünkü gerçekleriyle yüzleşen ve birey olmayı başaran kadının/şairin ve babanın/babasının güç kaynakları artık aynı değildir. (Babaannenin) annenin ölümü, babanın çöküşü, onun elindeki “keşke keşke değneğiyle” ailesinin de trajedisini başa sarma ve bu trajediyi yok etme istemiyle örülüdür.
Kitabın son şiirleri olan “Penceremde Dolunay” ve “Yolda”, şairin sonsözü gibi durur. Penceremde Dolunay’da Şair:
“her ayrıntıyı hayra yormak isterdim
ama taranıp ağladım
çocuktum
ve bir üçgendi burnum” dizeleri ve “Yolda” şiirinde ise:
“Böylece küçük karıncalanmaların sürekliliği
dağılır üstüne taş düşen kalabalık gibi
Korkuya batmış bir kaşık
aslında güzel tat için dönmelidir fincanda
Ve kendinden şüphe duymamalıdır” dizeleriyle Gökel, her ne kadar aydınlık içinde, masum yürekli kız çocuklara inanmak istese de gördüklerinin hayırlı olmadığını dile getirir. Çocukluğun/çocukluğunun kaçak ve köşeye sıkıştırılmışlık hâllerini “üçgen burun” imgesi ve “üstüne taş düşen kalabalıklar” imajı ile açımlar. İnsanlığı temsil edecek “iyilik” ve “güzellik”in, erilliğin hükmünde saltanat süren karanlık korkuya rağmen yaşatılması gerektiğine inancını vurgular. İlk şiirde ölümle sezdirdiği “korku”, şairin elindeki iyilik ve güzellik diliyle/değneğiyle küçültülerek karıncalanmalara dönüştürülür. Nihayet Gökel, yaşamı ve yaşatmayı imgeleyen “kaşık” imgesiyle korkusuzca güzel tatlar saçan ve şüphe etmeden güzelliğini bilen “birey”e, özbenlik geliştirebilecek, varlık gösterebilecek olan “birey”e göz kırpar.
Eliot (2003), şairlerin öğrendiklerini, düşündüklerini, insanlarla olaylar konusundaki yaşantılarını sağ duyularıyla özümsemiş oldukları için gerçek şair olabildiklerini ifade eder. Ancak yaşantının kendiliğinden ortaya çıkması, düşünsel bir çalışmanın kendinden başka bir amaç gütmemesi gerektiğini de ilâve eder. “Şair, toplumsal işlevi kendinden öne sürebileceği herhangi bir bilinçli toplumsal amaçtan hem öte bir şeydir hem de ondan başkadır”der. Senem Gökel, yukarıda örnekler verdiğimiz ilk şiir kitabında Eliot’un da ifade ettiği gibi saf şiire hizmet eden, cesur ve amansız yüzleşmeden doğan doğal deneyim ürünü bu tavrıyla şairliğini duyurur ve geleceğin şairleri arasında yerini alacağının sinyallerini verir.
KAYNAKLAR
Armağan, M. (1995) Gelenek ve Modernlik Arasında, İstanbul: İz Yayıncılık.
Armağan, M. (2007) Şiirde Modern ve Modernizm Üzerine, Hayal Dergisi, Sayı: 23.
Bachelard, G. (2006) Su ve Düşler, İstanbul: YKY Yayınları.
Ecevit, Y. (2001) “Yirminci Yüzyılın Tüm Avangard / Deneysel Metinlerini Heyecan Verici Buluyorum”, Varlık, Sayı: 1126, Temmuz: 36-39.
Eliot.T.S (2003) “Şiirin Toplumsal Görevi”, Şiir Sanatı, Edit.Salih Bolat, İstanvbul: Varlık yayınları.
Korkmazel, G. (2015) “1960’tan Günümüze Kıbrıslıtürk Şiiri”, Evrensel Kütür, Sayı 288, sayfa 78-80.
Wellek.R, A Warren (2001) Yazın Kuramı, İstanbul: Adam Yayınları.
Doç Dr Mihrican Aylanç, Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyesi. Yenidüzen Gazetesi, Gaile kültür ve sanat eki, 2017. https://www.yeniduzen.com/senem-gokel-siirinde-toplumu-yutan-birey-92218h.htm